18 Haziran 2014 Çarşamba

Bilge adamdan profesyonel danışmana geçiş: Nizamülmülk mü, Axelrod mu?




Axelrod (solda) Messina. Eski ortak yeni rakipler.
Yüzyıllardan beri liderler akıl danışacakları bilge insanlara ihtiyaç duymuştur. Günümüzde ise danışmanlık 'Nizamülmülk' veya Köprülü ailesinin temsil ettiği bilge adam figüründen oldukça uzaklaşmış durumda. 

Danışmanlık artık ciddi bir pazarı olan ekonomik aktivite. Şirketlerin çokuluslu bir yapıya büründüğü küresel ekonomide, özellikle seçim danışmanları da sadece kendi ülkelerindeki siyasetçiler için çalışmıyor, küresel bir bakış açısıyla nerede seçim varsa o ülkenin adayları yanında bitiyorlar. Hatta seçimlerden sonra da 'akıl vermeye' devam ediyorlar.  
Danışman piyasasının önde gelen isimlerini Amerikan Başkanlarının seçim kampanyalarını yürüten isimler oluşturuyor. Çalıştığı aday kazanan seçim danışmanı birkaç yıl içerisindeki müşterilerini garantilemiş oluyor. Obama'nın son iki seçimde zaferle çıkmasında pay sahibi olan seçim danışmanları görünen o ki İngiltere'de 2015'te yapılacak seçimlerdeki adayları gözlerine kestirmiş durumdalar. Öne çıkan iki seçim danışmanı David Axelrod ve Jim Massina 2008 yılında Obama'nın seçim kampanyasında beraber mücadele etmişken şimdi İngiltere'de birbirlerine tamamen zıt iki aday için yarışıyorlar. 
Ekonomide kemer sıkma politikaları ve göçmenlere yönelik olumsuz politikasıyla gündeme gelen Muhafazakar Parti lider ve Başbakan David Milliband Massina ile çalışırken; büyük sıçrama peşinde olan İşçi Partisi Axelrod'u tercih etmiş. Muhafazakar ve İşçi partilerinin ideolojik olarak tamamen zıt ve neredeyse her konuda birbirinden ayrışan pozisyonlarına rağmen, demokrat kimlikli iki danışmanla çalışmaları olayın sadece profesyonel bir iş olarak görülmeye başlandığının en büyük göstergesi. 
Obama'nın 2012 seçimlerindeki kampanya yöneticisi Jim Messina geçtiğimiz haftalarda 'müşterisi' olan İngiliz Başbakanı David Cameron'u ofisinde ziyaret ederek, iktidardaki Muhafazakar Partinin mevcut imajına dair bir sunum yaptı. 44 yaşındaki Messina 7 yıl önceki seçimlerde de kampanyanın dijital ayağını ön plana çıkartmıştı. Obama adına kurulan internet sitesinde çok başarılı bir iletişim stratejisi ile siyahi başkan adayı ile ilgili her türlü iddiaya ve iftiraya cevap vermişti. Örneğin Obama'nın gayr-ı meşru bir ilişkiden doğduğunun iddia edilmesi üzerine hemen site yöneticilerine okuyanı ikna edecek deliller bulup konulmasını söylemişti. Yani bir şekilde Obama'nın ağzından 'Hayır ben p. değilim.' ifadesini mantıklı ve nazik bir şekilde anlatmıştı. 2012 seçimlerini kazandıktan sonra Obama'nın resmi twitter hesabından paylaşılan ve Obama'yı karısına sarılırken gösteren fotoğrafın da arkasında Messina olduğu düşünülüyor.  
Chicago Üniversitesinde Siyaset Bilimi üzerine çalışan 59 yaşındaki Axelrod çalkantılı bir hayat yaşamış. Solcu bir gazeteci olan babasının izinden giden Axelrod, üniversite öğrencisiyken Chicago Tribune gibi prestijli bir gazetede staja kabul edilmeyi başarmış. Çok başarılı bir öğrenci olmayan Axelrod'un idol olarak kabul ettiği babası tam da mezuniyet günü intihar etmiş. Liberal ekonomik görüşleriyle bilinen Axelrod Bill Clinton'a da danışmanlık vermişti.

Amerikalı danışmanların büyük paralar karşılığı İngiliz seçimlerinde kampanya yürütmeleri yeni bir olay değil. Geçmişte Muhafazakarların uzun süren iktidarını yıkan adam olarak tarihteki yerini alan İngiliz İşçi Partisi lideri Tony Blair için de Bill Clinton'un ekibindeki birçok stratejist çalışmıştı. Son olarak Obama'nın ilk seçimdeki iletişim  danışmanı Anita Dunn da Cameron'un kazandığı seçimde İngiliz siyasetçi için çalışmıştı.  

İdeolojinin yerine profesyonelliğin aldığı seçim kampanyalarıyla Türkiye ANAP zamanında tanışmıştı. Ama henüz çok uluslu danışmanlık hizmetlerini alma sürecine girilmedi. Sanırım Türk seçmenleri gözünde seçim kampanyasını yürütmeye yardımcı olan bir İngiliz, ABD'li ya da Mısırlı danışmanın olması da siyasetçiler için bir risk oluşturuyor. Sonuç olarak Batı dünyası artık 'dava ruhunu' geride bırakmış gözüküyor. Demokratikleşen Ortadoğu'da davanın yerini profesyonellik alır mı?


5 Haziran 2014 Perşembe

Yeni kaçan fırsatımız: "Suudiler siber komutanlık kuruyor"




Suudi Arabistan Ordusu Suriye, Bahreyn ve Yemen'deki siyasi vaziyetlerin değişmesi üzerine savunma doktrininde değişiklik yapmaya karar vermiş. Saudi Defense Doctrine (SDD) adı verilen yeni belge mümkün olan en kısa zaman içerisinde Siber güvenlik ve Uzay için yeni iki komutanlık kurulmasını öngörüyor. 

Körfez ülkelerinin siber güvenliğe olan ilgisi yeni değil fakat 2012'den sonra ciddi bir artış gösterdiğini söylemek yanlış olmaz. Bunun önemli iki sebebi var. Birincisi her alanda tehdit olarak görülen İran'ın siber kabiliyetlerini ciddi oranda arttırması, ikincisi ise 2012 yılında yaşanan hedefli siber saldırılar. 

İkincisinden başlayalım.

2012 Ağustos'unda dünya petrol devi Suudi Arabistan'ın petrol şirketi Saudi Aramco'yu hedef alan siber saldırıda şirketin bilgisayarlarının yarısı (30 bin) devre dışı bırakılmış ve içerisindeki bilgiler silinmişti. Bilgilerin başka bir yere transfer edilip edilmediğine dair herhangi bir bilgiye henüz ulaşılmadı. Shamoon adı verilen virüsle yapılan saldırının hemen ardından bu sefer Katar'ın doğalgaz şirketi RasGas'ın bilgisayarları aynı virüsün hedefindeydi. Aramco kadar olmasa da RasGas'da ciddi oranda zarar gördü. Petrol ve doğalgaz gibi stratejik sektörlerde ciddi anlamda üretim yapan şirketleri hedef alan saldırılar sadece o kurumların ya da bulundukları ülkeyi ilgilendirmiyor; aynı zamanda bölgesel ve küresel etkileri de bulunuyor.

Bu saldırıların kimin tarafından gerçekleştirildiğine dair kesin bir bilgi olmasa da, parçaları birleştirdiğimizde olağan şüpheli olarak İran karşımız çıkıyor. Shamoon virüsünün analizine ve saldırı biçimine bakıldığında Şiilerin dini referanslarına rastlanması dikkat çekiyor. Yazlım kodları arasında Şiilerin kayıp imamlarından birinin adının geçmesi, saldırıyı üstlenen grubun isminin Adaletin Keskin Kılıcı (Cutting Sword of Justice- Hz Ali'nin de Adaletin Kılıcı olarak anıldığını hatırlayalım) olması ve saldırının Kadir gecesinde düzenlenmesi İran şüphesini arttırıyor. Fakat bunlardan daha önemli bir etken saldırının arkasında İran olduğunu neredeyse kesinleştiriyor.  O da Shamoon virüsünün İran'ı hedef alan Flame adlı virüsle benzer teknik özellikler arz etmesi.

Oğul Bush zamanında Olympic Games operasyonuyla İran'a seri şeklinde siber saldırılar düzenlendiğini artık dünya biliyor. Bu saldırılardan biri İran'ın nükleer programına hasar vermeyi amaçlayan Flame saldırısıydı. Ne kadar zarar verildiği henüz bilinmese de İran bu saldırıdan sonra yazılımın analizini yapıp daha da geliştirerek kendine özgü bir silah haline getirdiği anlaşılıyor. Flame'in bulunduğunun açıklandığı tarih 2012 Mayıs, Aramco saldırısı ise 2012 Ağustos'ta gerçekleştirildi. Uzmanlar 3 ayın yazılımın geliştirilmesi için yeterli bir süre olduğunu söylüyorlar.

Bu noktada İran'ın siber kabiliyetlerini geliştirmesine de bir paragraf ayrılması gerekiyor. 2009 yılındaki Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Ahmedinejad karşıtlarının sokak gösterilerini sosyal medya üzerinden örgütlemesi ve bu protestoların dünyada yankı bulması, Tahran yönetimini internet sansürü-takibi konusunda daha gelişmiş yöntemler izlemeye itti. İlerleyen yıllarda nükleer tesisleri hedef alan Stuxnet gibi saldırılar ise, İran'ı sistemlerin korunması ve internet sansürünün bir adım ötesine taşıdı ve İran ordusu taarruzi siber kabiliyetler geliştirmeye başladı. Kurumsal olarak bu noktada atılan önemli bir adım 2012 yılında (yine) İran Cumhurbaşkanı Ruhani'nin liderliğinde Siber Alan Yüksek Konseyi'nin kurulması oldu.

Her alanda İran'ı bir tehdit olarak gören Körfez ülkeleri de, saldırılar karşısında bir arayış içine girdi. Devasa bütçeleri olmasına rağmen teknik yetersizlik ve durum farkındalığının eksikliği, ibrenin Batılı güvenlik şirketlerine yönelmesine sebep oldu. Baltimore'da bir şirket olan CyberPoint International, Bush döneminde Beyaz Saray Siber Güvenlik danışmanı olan Richard Clarke aracılığıyla, Birleşik Arap Emirlikleri için 'Electronic Security Authority' birimini kurmak için anlaşmaya vardı. Tarih tabi ki 2012. Şirketin Abu Dabi  temsilcisi de yine Bush'un ilk döneminde Siber Alan Güvenlik Ofisinin başında olan Paul Kurtz. Bu arada Katar ve Suudi Arabistan'da ABD'li siber güvenlik şirketleri ile masaya oturdular. Sonunda Katar Booz Allen Hamilton ile anlaştı. Birkaç gün önce savunma doktrininde siber komutanlık kuracağını açıklayan Suudi Arabistan'ın ise yine Amerikan özel sektöründen destek aldığı düşünülüyor. 

The Middle East Economic Digest verilerine göre Körfez'de yıllık 10 milyar dolar siber güvenlik için harcanıyor. Arabistan hükümeti 2023'e kadar 1.4 trilyon dolarlık güvenlik bütçesi ayırdı. 2007-2018 yılları arasında sadece siber güvenlik için ayrılan bütçe 33 milyar dolar.  Körfez sermayesi hem piyasada itibarlarını korumak hem de daha güvenli sistemlere sahip olmak için siber güvenlik danışmanı arıyorlar. 

Kaçan fırsat nerede mi? Türkiye Arap dünyasına, Körfez bölgesine açılım peşinde. Başarılı da oluyor. Ancak Konya'daki esnafımızı Yemen'e götürüp şekerleme satışı stratejik bir başarı değildir. Bu ülkelere yazılımcılarımız, bilgisayar uzmanlarımız ve pentestçilerle dolu uçaklarla inmeliyiz. Neden başlıkta 'yeni' yazıyor, kaçan fırsatın neresi yeni diyorsanız, 6 yıl öncesine gidelim. 2008'de Gürcistan'a siber saldırı olduktan sonra hiçbir Türkiye güvenlik şirketi Tiflis'in kapısını çalmamıştı.

Geçmiş olsun demek için henüz erken mi?  

27 Ocak 2014 Pazartesi

Willi4m J4ckson’ı yedirmeyiz!


Renkler, hareketler ve semboller kimi zaman basit ve fark edilmeyen özelliklerinden sıyrılıp siyasi anlamlar yüklenerek özel hale geliyorlar. İmparatorluk zamanında ritüellerin benzer siyasi işlevi varken, modern zamanlarda görselliğin herkes tarafından ulaşılabilir hale gelmesiyle (önce fotoğraf sonra televizyon ve şimdi de sosyal medya) ‘bir an-ı seyyalede’ fark edilmesi mümkün olan el işaretleri daha yaygın şekilde siyasal bağlılıkları ifade etmek için kullanılıyor.

Türkiye’den Turgut Özal ve Necmettin Erbakan el hareketlerinin kitlelerin siyasi harekete bağlılıklarındaki gizemi keşfetmiş liderler olarak öne çıkmıştı. Merhum Cumhurbaşkanı 80’lerde Amerikan tarzı yürüttüğü seçim çalışmasında, ABD Başkanı Reagan’dan mülhem iki elini başının üzerinde birleştirmek suretiyle yaptığı hareketi sıkça kullanmıştı. Özal bu hareketiyle Türkiye’deki farklı eğilimleri birleştirme niyetini ifade ediyordu.

Etkili seçim kampanyası düzenleme dehasına sahip başka bir siyasi olan Erbakan ise 90’larda okuldaşı Özal’dan daha özgün bir hareket seçmişti kendine. Pilotların ‘kalkışa hazırım’ mesajı vermek için kullandığı el hareketi olan ve daha sonra dünyaya ‘her şey yolunda’ anlamındaki ‘thumb up’ hareketini biraz modifiye ederek Milli Görüş’ün sembolü haline gelmişti.

Elin iki parmağını kaldırarak İngilizce zafer anlamına gelen victory kelimesinin baş harfi ‘V’yi elle göstermek tüm dünyada, barışı temsil etse de Türkiye’de genelde Kürt siyasi hareketinin mensupları tarafından kullanılagelmişti. Bizim Kürt milliyetçileri V’yi alıp kendilerine mal etmişler gibi olsa da, Sırplar farklı bir yol izleyip orijinal bir hareket çıkartmayı başarmışlar. V için kaldırılan iki parmağa bir de başparmaklarını ekleyince Sırp milliyetçilerinin ‘Çetnik’ işareti ortaya çıkmıştı.

Mısır’daki darbenin ardından, demokrasi yanlısı gösterilerin yapıldığı Rabiatül Adeviye meydanının ismi siyasi bağlılık anlamına gelen başka bir el hareketinin de ortaya çıkmasına yol açtı. Ailesinin dördüncü kızı olduğu için ‘dördüncü’ anlamına gelen Rabia ismi verilen bu Sufi’nin ismi, Mısır’da demokrasi yanlılarının sembolü haline geldi. Darbe karşısında olanlar sağ elleriyle dört işareti yaparak taraflarını belli etiler. Bu trend tüm dünyaya hızla yayıldı. (Yoksa sadece Pakistan, Endonezya ve Türkiye mi demeliydim?)

Rabia işareti kimilerince ‘çifte zaferin’ sembolü olarak yorumlandı. Yani ‘Müslüman olmayanlar ‘V’ işareti ile sadece bir zafer kutlarlar ama biz Rabia ile iki zafer kutlarız çünkü hem bu dünya da hem ahirette kazanıyoruz’.

Bu yaklaşımı duyduğumda simit saraylarını hatırlamıştım. Kapitalist yaşam tarzına ait fast-food McDonalds veya Burger King ile temsil edildiği için, ayaküstü yiyip içmeye mesafeli olanlar, fast-foodun alışık oldukları geleneksel bir forma girmesiyle onu benimsemekte zorluk çekmiyorlardı. Yani aslında bizden olmayan bir yeme içme tarzı, bizden materyallerle (simit) meşruiyet kazanıyor hatta büyük bir innovasyon olarak sahip çıkılıyordu.

Bu noktadan hareketle, Batının ürünü olarak görünen zafer işaretinin yanına bir V daha ekleyerek bunu sahiplenenleri, ‘inşallah ileride daha orijinal bir şey bulurlar’ diyerek izliyordum ki, aslında R4bi4’nın da Batı menşeli olduğunu duyunca içimi bir burukluk kapladı.

Meğer gavurlar onu da bulmuşlar hem de ABD Anayasasının imzalandığı 1787’de. Bir de üstüne tablosunu çizmişler. Aşağıdaki yağlı boya tablosunun ortasında duran adamı lütfen dikkatle inceleyin. İşte Rabia işaretinin mucidi, ABD Başkanı George Washington’un sekreteri William Jackson.

Hadi geçmiş olsun:)



Şaka, şaka adam sadece Anayasa için kullanılan oyları sayıyormuş. 

23 Aralık 2013 Pazartesi

Aman Kimseler Duymasın! 'bizimkiler ermenice kursunda'




Artık çok sık tekrarlanmıyor olsa da, Arap Baharının ilk başladığı zamanlarda 'Bölgeyi bilen uzmanımız yok!, Arap basınını takip edecek kadar kimse Arapça bilmiyor.' gibi sitem ve şikayetler hemen her gün dile getiriliyordu. 

Muhakkak ki bu tür yakınmalar sadece Arap dünyası için geçerli değil. Cumhuriyetin jeopolitik tehdit algıları arasında ön sıralarda yer alan Ermeniler ve Rumlar ile ilgili de geçmişte ne yeterli bilgi birikimi ne de yeterli istihbarat çalışmasını yapacak eleman kapasitesine sahip olabildi Türkiye. Bir dili öğrenmek, bir kültürü yakından tanımak için tabi ki düşman olarak algılanması gerekmiyor, fakat askeriyenin ve hariciyenin en azından kendi tehdit algılarına uygun istihdam politikası geliştirmesi beklenirdi. 

Bunun böyle olmadığını eski bir büyükelçiden dinlemiştim. Yıllarca Ermeni terörüyle yatıp kalkan Türkiye'nin Dışişlerinde Ermeni masası oldukça geç bir zamanda kurulduğunu ve -eğer değişmediyse- birkaç yıl önceye kadar sadece 3 kişi çalıştığını anlatmıştı. Tahmin edebileceğiniz gibi bunlardan hiçbiri de Ermenice bilmiyordu. Ermeni Soykırım müzesini beraber gezdiğimiz emekli büyükelçi gezinin sonunda eklemeyi ihmal etmemişti: "Görev yaptığım yıllarda resmi sıfatım nedeniyle inkar ettiğim bir gerçeği emekli olduktan sonra kabul etmek çok ağır geliyor." Türk diplomatlarının veya istihbarat elemanlarının sahte kimlikle olsa bile Erivan'daki Ermeni Soykırım Müzesine gelmediğini de böylece öğrenmiştim.

İstanbul'daki Ermeni azınlığın çıkardığı Agos Gazetesinde çalışan bir dostum birkaç yıl önce Ermenice bilen birinin gazetelerinde staj yapmak için başvurduğunu söylediğinde çok şaşırmıştım. Ermeniceyi sonradan öğrenen bir Türkiye vatandaşı sık rastlanan bir durum değildi, hala da değil. Staj başvurusunu kabul etmişler fakat tamamen tesadüf eseri bu stajyerin MİT için çalışan biri olduğunu ve Ermenicesini geliştirmekten çok gazeteyle ilgili bilgi toplamak için böyle bir yola başvurduğunu öğrendiğini aktarmıştı.
Son günlerde öğrendiğim başka bir traji-komik hadise ise artık bunları unutmadan topluca yazmam gerektiğini hatırlattı. Yıllarca Ermeni azınlık okullarında öğretmenlik yapan bir öğretmen hafta sonları ders verdiği yabancı dil kursunda bir grup öğrencinin Ermenice özel ders talebiyle kendisini aradığı haberini almış. Üniversite öğrencisi sandığı kişilerin orta yaşlı olduğunu görünce şaşırsa da, iyi niyetinden öküz altında buzağı aramamış. Fakat üçüncü haftadan sonra bizim 'öğrenciler' ağızlarındaki baklayı çıkarmış. Meğer Osmanlı arşivlerindeki Ermenice belgeleri okumak için Başbakanlık Arşivinden bir kaç memurun Ermenice öğrenmesine karar verilmiş ve bu yüzden arkadaşları Ermenice özel ders veren bir hocaya yönlendirmişler. Bunda ne var diyeceksiniz. Haklısınız. Ama bizimkiler öyle düşünmemiş. 'Aman hocam' demişler 'Sakın bizim memur olduğumuzu devlette çalıştığımızı kimse duymasın. Maazallah devlet memurları Ermenice öğrenir diye yayılırsa hepimiz rezil oluruz!'

Memurlarımızın endişelerini bir kenara bırakalım, Aras'ın diğer tarafına bir göz atalım.

Erivan Üniversitesinde çok ciddi çalışmalar yapan Türkoloji bölümü bulunuyor. Burada bir panele katılan Fransız bir akademisyen anlatmıştı öğrenciler ile hocalar aralarında Türkçe tartışacak kadar dile hakim olduklarına bizzat şahit olduğunu. Ya Ermeni Dışişleri? Akademisi Türkçe konusunda güçlüyse, Hariciyesi de aynı şekilde gelişme göstermez olur mu? Erivan meydanda bulunan Dışişleri Bakanlığına gittiğimizde bizi karşılayan Türkiye masası şef yardımcısı diplomatın akıcı Türkçesi karşısında oldukça şaşırdığımı hatırlıyorum. Yaklaşık iki saat boyunca devam eden sohbetimiz Anadolu coğrafyasına ve İstanbul'un tarihi semtlerine kadar derinleşebilmişti. Erivan doğumlu bu diplomat Adana'da sevdiği kebapçılardan bahsederken, mesleğine özgü malumatfuruşluktan kaynaklanan bir kibirden ziyade yakın hissettiği insanlarla güzellikleri paylaşmanın mutluluğunu yaşadığını belli ediyordu. Sohbet sonrasında Ermenistan İstihbarat Örgütü merkezinin karşısındaki Lübnan lokantasına oturduğumuzda binayı göstererek, şaka yollu 'Burayı da gezebilirsiniz. Hatta İngilizce konuşmanıza bile gerek kalmaz. Çoğunluk Türkçe anlar.' dediğini de hatırlıyorum. 

Şimdi kimse bana biz büyük devletiz, küçüklerin dilini öğrenmeyiz demesin. 

Umarım ileride üniversitelerde Ermenice öğrenmek yaygın bir hal alır ve Ermeni edebiyatının seçmelerini okuma imkanı buluruz.

28 Kasım 2013 Perşembe

Nabi Bey, sizce Türkiye kaçıncı dünya ülkesi?


Şayet kendisi dershane tartışmasının bu kadar şiddetli yaşandığı bir dönemde Milli Eğitim Bakanı olmasaydı muhtemelen Nabi Avcı Bey arkasında bıraktığı akademik makaleler ve birkaç hoş anı ile hatırlanacaktı. 




Lakin, öyle olmadı. Bilerek ya da bilmeyerek dershane tartışmasının merkezindeki birkaç insandan biri oluverdi Nabi Bey. Tüm bu gürültü patırtı arasında sanırım kimsenin aklına gelmedi ama Nabi Bey'in Enformatik Cehalet isimli fevkalade güzel bir kitabı bulunuyor. Yeni baskısı bulunmadığı için bir sahafta bulduğum 1990 baskılı kitabı altını çizerek ders çalışır gibi okumuştum zamanında. Bu hafta içerisinde dershaneler ile ilgili Milli Eğitim Bakanlığının basın toplantısına dershanelerin kapatılmasını şiddetle karşı çıkan medya organlarına mensup habercilerin diğer meslektaşlarıyla aynı şartlarda toplantı hakkında bilgilendirilmemiş olması, Nabi Bey'in kitabındaki Basın Özgürlüğü, Basın Sorumluluğu başlığını taşıyan bölümü hatırlattı. Okuduk bir daha ders aldık. Paylaşalım istedik: